İnsanlar ey nerdesiniz? Ner-de-si-niz?
İkinci dünya savaşının sonunda atom bombası ile öldürülen bir Japon balıkçısının ağzından tüm insanlığa sesleniyordu Nâzım Hikmet. Bu gemi bir kara tabut / Bu deniz bir ölü deniz / İnsanlar ey, nerdesiniz?/ Nerdesiniz? diye soruyordu Japon balıkçısı. Bu vahşet, bu cinayet devrinde, denizimizin dünyamızın tamamını öldürürken bu caniler, neredesiniz ey insanlar diye haykırıyordu. Bir de sanırım Oğuz Atay okuyucusuna sesleniyordu, yalnızlıktan ve çaresizlikten kırılırken: Ey okuyucu neredesin?
Cizre ve Silopi’yi tanklarla vuruyorlar bugün. Belki bu satırlar yazılırken bile iki çocuklu bir anne, 4 torunlu bir dede veyahut kendisi daha çocuk birini vuracak keskin nişancılar. Suruç katliamı ile yeniden sahne alan bu saldırganlık, vahşet son aylarda seçilmiş Kürt şehirlerinde yoğunlaşarak sürüyor. Özellikle seçiyorlar, itinayla vuruyorlar, hatta alay edercesine duvarlara yazılar yazıyorlar. Yaralı bedenlerin bir polis arabasının arkasına bağlanarak sürüklenmesi, bu durumun videoya çekilmesi sonra da hep birlikte cenazenin başında fotoğraf çekilmesi nasıl psikopat birkaç polisin uhdesinde değil de emir komuta zinciri içerisinde gerçekleşiyorsa, birkaç Kürt şehrini seçerek günler süren işkencelere maruz bırakmak da tesadüf değil. Tıpkı Japonya’ya atılan atom bombasının tesadüf olmaması gibi.
İşte bu kentlerde veya diğerlerinde yaşayan Kürdün aklına da ilk elden “Ey Türkler, Batıdakiler, Geziciler neredesiniz?” sorusunun gelmesi oldukça olağan ve meşrudur. Tıpkı gazdan boğulan Gezicilerin aklına “Kürtler nerede?” sorusunun gelmesi gibi. Tıpkı Soma’da yüzlerce insan toprağın altında ölürken evrensel adaletin nerede olduğunu sorgulamak gibi. Tıpkı Suriye’li çocukların cesetleri kıyıya vururken dünyanın bu acıya sessiz kaldığını düşünmek gibi. İşte bunlar hep çaresizlik ile başlayan duygu selinin öfkeye döndüğü anın ifadesidir. Ama öfkenin hedefi sapmış, saldırana değil yardıma gelmeyene duyulan hayal kırıklığı, küskünlük, nefret ön plana geçmiştir. Buraya kadar oldukça insani.
Tek tek hepimizin zaman zaman evrensel ilkelere karşı hissettiğimiz bu isyan, topluca hissedildiğinde hiç de öyle sıradan ve masum olmuyor. Gezicilerin “Kürtler nerede?” sinin alt satırındaki düşmanlık ile Van’da oturup Cizre’deki bombalamaları Denizli’deki biri gibi televizyondan seyreden Kürtlerin “Türkler nerede?” sinin alt satırındaki düşmanlık aynı ölçüde rahatsız edici. Hele oradan alıp “zaten Türk solu…” ile devam edildi mi ne Cizre kalıyor, ne Silopi.
İşte ben bu durumun özellikle yaratılmaya çalışıldığını düşünüyorum. Duvarlara yazılan yazıların, toplarla vurulan evlerin, araçların arkasından sürüklenen bedenlerin ilk elden hissedilmemesi imkansız olan çaresizlik duygusunu iyicene güçlendirmek, yüreklere dehşet salmak, bu şiddete maruz kalırken veya tanık olurkenki yalnızlık durumunu genellemek, insanı tüm diğer bağlarından koparmak için özellikle yapıldığını düşünüyorum. Özellikle bu soruyu sordurmak için şiddetin bu ölçüde arttırıldığını düşünüyorum. Yaşanılan şiddetin dozu arttıkça, yaşanılan şiddet baş etme kapasitesinin çok çok üzerinde olduğunda, şiddetin kaynağına duyulan öfke yön değiştiriyor çünkü.
İşte bu sorunun ilk elden, hatta otomatik biçimde akla gelmesinin masumiyeti yanında; bu soruyu ısrarla, kanatırcasına soran, kişilerin çaresizlik ve yalnızlık hissini derinleştirenlerin ise kesinlikle zalimin yanında olduklarını düşünüyorum.
Mesele bu soruyu sormak değil, yanıtı ile ne yapmayı amaçladığınızdır. Bu soruyu ezilen halklarımızı iyice parçalamak, uzaklaştırmak, yalnızlaştırmak için sorduğunuzda ortak katili örtmekten başka bir şey yapmamış oluyorsunuz.
Hepimiz buradayız işte. Zaman zaman ayrı düşüyorsak vicdansızlığımızdan değil, güçsüzlüğümüzden, örgütsüzlüğümüzdendir.